<<  Magazîn, henek, gilî û gazin  >>

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

T.C. ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI

Basın Suçları Soruşturma Bürosu

Cumhuriyet Savcısı Metin SEZGİN tarafından takip edilen Basın Soruşturma 2007/3109 nolu dosyam için verdiğim yazılı ifadem aşağıdaki şekildedir:

 

Hakkımda Suç ve suçluyu övme ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçları iddiasıyla bir soruşturma başlatılmıştır. Yaptığım tele-röportajda hiçbir şekilde halkı kin ve düşmanlığa sevk etmedim. Söylediklerim yalnızca bir durum tespiti olarak düşünülebilir. Türkiye nin de altına imza koyduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Beyannamesinde şiddet içermeyen düşünce açıklaması ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmiştir. Zira benim açıkladığım düşüncelerden sonra halk galeyana gelip şiddet uygulamamıştır. Bende düşüncelerimi açıklarken şiddete ve savaşa yönelik hiçbir vurgu yapmadım, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmedim ve aşağılamadım.

Sayın Savcı, soruşturma evrakında suç olarak belirtilen maddelerin sıralaması ile yanıt vereceğim.

Sosyolojik , bilimsel ve tarihi açıdan bakıldığında Türkiye Devleti sınırları içinde sadece Türkler yaşamamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız topraklarda farklı etnik kökenlere mensup onlarca kimlik yaşamaktadır. Örneğin; Lazlar, Çerkezler.Araplar, Gürcüler, Kürtler, Abazalar, Pomaklar, Lezgiler, Arnavutlar, Azeriler ….. gibi farklı etnik kökene sahip kimlikler yaşamaktadır. Dolayısıyla Türkiye toprakları üzerinde sadece Türkler yaşamaktadır cümlesi sosyolojik ve tarihsel açıdan yanlış bir cümledir.

“ PKK terör örgütü değildir” cümlesi söyleyen kişinin şahsi düşüncesi olarak algılanmalıdır. Kaldı ki uluslar arası hukukta “terör” kelimesinin anlamı konusunda ortak mutabakata varılmış bir tanım bulunmamaktadır. Bazı devletler tarafından “terör örgütü” olarak tanımlanan örgütleri diğer bazı devletler “özgürlük savaşçısı” olarak yorumlamaktadırlar. Dünya devletleri tarafından “terör örgütü lideri” olarak tanımlanan bazı kişiler zaman içerisinde “devlet başkanı” olarak makam sahibi olmaktadırlar ve bu sıfatla da uluslar arası siyasette diğer dünya liderleriyle birlikte söz sahibi olarak saygınlık kazanmaktadırlar. Dolayısıyla uluslar arası hukuk çerçevesinde ortak mutabakata varılmış bir “terör” ve “terör örgütü” tanımı bulunmamaktadır.

Sadece ölen askerlerin şehit sayılmaması konusunda öncelikle ben olaya insan boyutundan bakmaktayım. Her kesim için kendi yandaşları ve ölüleri şehit olarak kabul edilmektedir. Olaya ölen insanlar açısından baktığım için tarafsız bir gözle ve anne olmanın hassasiyetiyle olayları değerlendirmek durumundayım. Ben bir anneyim ve anne duyarlılığa sahibim. Ölen bütün insanlar için gözyaşı dökmem benim doğam gereğidir. Ben bir anne olarak hiçbir insana kin ve nefret duyamam. Hepsini sanki ölen benim kendi çocuğum muş gibi değerlendirir ve hepsi için gözyaşı dökerim. Kaldı ki bütün ölen gençler bu ülkenin gençleri ve vatandaşlarıdır. Hepsinin arkasından gözyaşı döken anne ve babaları aileleri vardır. Ateş düştüğü yeri yakmaktadır. İnsani boyutla olaylar değerlendirilmezse insan olma özelliğimiz ortadan kalkar.

Türkiye de bir barış ve huzur ortamı yaratılması için öncelikle genç vatandaşlarımızı bu gencecik yaşlarında bile bile ölmeye iten nedenlerin sosyolojik ve tarihsel sorgulamasının yapılması gerektiği benim kendi şahsi düşüncelerimdir ve hiçbir biçimde şiddet, kin ve nefret içermemektedir. Aksine son derece yapıcı, insani , hümanist ve barış yanlışı ifadelerdir.

Yeni anayasa ile ilgili düşüncelerim şimdiye kadar bir çok kez çeşitli yazarlar, tarihçiler, hukukçular, gazeteciler, anayasa profesörleri ve devlet adamları, ülkeyi yönetenler tarafından açıklanmış düşüncelerdir. Dolayısıyla bu düşünceler hiçbir şiddet ve düşmanlık duygusu içermemektedir. Eğer öyle olsaydı yukarıda saydığım kişilerde suç işlemiş sayılmalı ve haklarında soruşturma açılmalıydı, zira bu konuda bir çok yazılı ve görsel kanıt bulunmaktadır.

PKK nin şehre inip bombalı operasyonlar düzenlemesi konusunda yer alan suçlamalar doğru olmayan, gerçek dışı, hayal ürünü, yalan suçlamalardır ayrıca mantık dışıdır. Benim konumum gereği bu tür konuları bilmem söz konusu değildir. Benimde bilgilerim her vatandaş gibi okuduğum gazetelerle ve görsel medya tarafından verilen haberlerle sınırlıdır.

“Sayın Öcalan” kelimesi, aldığım eğitim ve terbiye gereği, öncelikle insan olarak ve insan boyutuyla kullandığım bir saygı ifadesidir.. Ben kişileri işledikleri suç boyutuyla değerlendirmem. Suçlu ya da suçsuz olsun benim için her birey saygındır. Bu ifadenin suç ve suçluyu övme anlamına gelmeyeceği gibi ve söyleyen kişiye ait farklı bir bakış açısı olarak değerlendirilmelidir.

“Kürdistan” kelimesi ile yapılan suçlamalar suç unsuru taşımamaktadır. Zira “Kürdistan” kelimesi devlet adamları, Kürt olmayan politikacılar, yazarlar, çizerler tarafından dile getirildiğinde “normal”, ama bazı aydınlar tarafından söz konusu edildiğinde “suç” teşkil etmektedir. Öte yandan ne Osmanlı devleti döneminde ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde Kürtlerin ve ülkeleri Kürdistan’ın inkarı söz konusu değildi. Hele hele bu kelimelerin telaffuz edilmesinin“suç” olarak algılanacağı kimsenin aklına bile gelmezdi.

Örneğin; başta Mustafa Kemal olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar pek çok konuşma ve yazışmalarında Kürtlerden ve Kürdistan’dan bahsetmekteydiler. Bizzat Mustafa Kemal bölgeyi “Kürdistan”, Diyarbakır ı “Amed eyaleti” , 1. TBMM de seçilen milletvekilleri “Kürdistan vekili” olarak tanımlamıştır. Bu konuda çokfazla belge ve bilgi mevcuttur.

Bu konuda 2 örneği ilginize sunmak isterim:

"Kişiye Özel.
El-Cezire Cephesi Komutanı Tuğgeneral Nihat Pasa Hazretlerine,
1-Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk gruplarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç politikamızın gereğidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamız ve hem de diş politikamız açısından ölçülü yerel bir yönetim kurulmasını savunmaktayız.


2-Ulusların kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtlerin bu döneme kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini kurmuş ve başkanları ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanılmış olması ve oyladıklarında kendi kaderlerine gerçekten sahip oldukları BMM (Büyük Millet Meclisi) buyruğunda yasam istekleri yayınlanmalıdır. Kürdistan'daki bütün çalışmaların bu amaca dayalı politikaya yöneltilmesi El-Cezire Cephesi Komutanlığı’nın görevidir.

3-Kürdistan'da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla durdurulamaz bir düzeye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesini engellemek aşamalı olarak yerel yönetimler kurulmasının zeminini hazırlamak ve bu yolla yürekten bize bağlılıklarını sağlamak Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bağlılıklarını pekiştirmek gibi genel yollar benimsenmiştir.
TBMM Başkanı Mustafa Kemal." (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550)

Yine bir başka belgede:

Mustafa Kemal Adana'dan, 24 Mart 1919 günü, kendisi ve arkadaşlarıyla ilgili olarak ortaya atılan bir iddiaya karşılık, İstanbul’a Savaş İsleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta şöyle demektedir;

"Arkadaşlarımın bu alçakça suçlamaya karşı ne diyeceklerini bilemem. Yalnız kendi adıma açıklıyorum ki; Benim Anafartalar'da, Kürdistan'da, Suriye'de, başlarında bulunmaktan kıvanç duyduğum kahraman ordular, haydutların değil, Osmanlı ulusunun namuslu çocuklarından kurulmuştur." (Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1980, Sayfa: 139)

Yine Lozan görüşmeleri sırasında Avrupalı devletlerin Kürtlerin "azınlık" olduğunda ısrar etmesi üzerine İsmet Paşa’nın  "Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti"nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir" dediği bilinmektedir.

Sayın Savcı, ne yazık ki, dünün aksine, bu gün Türkiye “Kürdistan” demeyi, insanı yargılanmak hatta ceza almak üzere mahkemelerde süründüren  “tehlikeli”,yasaklı” bir kelime haline getirmiştir. Esasen mevcut yasalarda “Kürdistan demek suçtur” diye bir madde yoktur.

Bu güne kadar Türkiye’nin bir bölgesini, örneğin iç Anadolu bölgesi değil de “Kapadokya” ve ya Marmara bölgesinin bir bölümünün “Trakya” olarak isimlendirenlerin yargılandığı görülmemiştir.

Bilindiği gibi İddia makamının bahsettiği “doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesi” 6 Haziran - 21 Haziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da toplanan Birinci Coğrafya Kongresi tarafından belirlenmiştir.

Yani tarihsel- bilimsel ve ya her hangi bir sosyolojik dayanağı yoktur.

Kürdistan ismi ise ta büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sancar (ölümü 1157) dan bu yana Kürtlerin yaşadığı ülke anlamında kullanılmış,daha sonra kurulan tüm devletler tarafından da sürdürülmüştür.

Osmanlı imparatorluğu da buna dahildir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralı Fransuva’ya yazdığı ve pek çok ülkenin yanı sıra “Kürdistan”ın da padişahı olduğunu ifade eden mektubu ünlüdür.

Kürdistan ismine gerek Osmanlı belgelerinde gerek, İslam ansiklopedisinde ve İslam belgelerinde, gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına ait pek çok belgede, sayısız yabancı kaynakta, uluslar arası belgede rastlamak mümkündür.

Ve en önemlisi de Kürtlerin bilincinde yaşadıkları toprakların adı Kürdistan’dır.

Kürtler vardır ve binlerce yıllık bir tarihsel süreç içinde istikralı olarak üzerinde yaşadıkları toprakların adı da Kürdistan’dır.

Bu bilimsel, tarihi, sosyolojik bir gerçekliktir.

Mevcut TC Anayasası’nın 25. maddesinde bile  “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” denmekte, düşünce açıklanmasının “suç olarak kabul edilmemesi gerektiğini emretmektedir.

Keza Türkiye’nin taraf olduğu, imzaladığı ve iç hukuk normu haline gelen pek çok uluslar arası antlaşmada da kişilerin düşüncelerini barışçı bir şekilde açıklamalarının suç olarak kabul edilemeyeceği vurgulamaktadır.

Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi de bunlardan biridir.

AİHS’nin 10. maddesinin 1. fıkrasında da  ifade özgürlüğü şu şekilde açıklanmıştır.. “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.”

Örneğin; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A (III) sayılı kararı ile benimsenip ilan edilen ve Türkiye’nin de taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesi - Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, karışmasız görüş edinme ve herhangi bir yoldan ve hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir.” denmektedir.

Ayrıca, söz konusu röportaj içeriği Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 04.11.2003 tarih ve 2003/1704 esas, 2003/1971 sayılı ilamı ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye Cumhuriyeti nin taraf olduğu sözleşmeler dikkate alındığında şuç oluşturmadığı , kişinin bakış açısına göre bir durum tespiti ve buna ilişkin alınabilecek önlemler açıklanması niteliğinde ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.

Benim de söz konusu tele-röportajda dile getirdiğim görüşlerim düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.

Esasen  AİHM bu tür konularda Türkiye hakkında çok sayıda karar verdiği bilinmektedir. Bu içtihatlar incelendiğinde de görülecektir ki, korunan, güvence altında olması gereken, özgürce ifade edilebilmesi için olanaklar sunulan  düşünce yürürlükteki egemen düşünce, resmi ideoloji değil, resmi görüşün, tam tersi olan, hatta şok edici, sarsıcı düşünce ve fikirlerdir.

 

SONUÇ OLARAK: Açıklamalarım, suç unsurunu içermediği gibi, suçun unsurlarının da oluşmadığını ve tamamen ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Bu bakımdan hakkımda takipsizlik verilmesini talep ediyorum.

Saygılarımla, 14.07.2008

Nİl Hayal DEMİRKAZIK

ÇOCUK-DER Genel Başkanı